
Birkaç hafta geçti. Devlet çocuğu alacak dedi. O an içimde büyük bir korku oldu. Yalnızdım, karım yıllar önce ölmüştü, çocuğum yoktu. Ama o bebeği başkasına vermek istemedim. Gerekli işlemleri yaptım, zor oldu ama başardım. Ona Yusuf adını verdim. Çünkü bırakıldığı yer kutsaldı, kaderi ağırdı.
Yusuf büyürken mahalle de benimle birlikte yaşlandı sanki. Onu okula ben götürdüm, ben aldım. Akşamları dizimin dibinde oturur, sessizce televizyon izlerdi. Çok soru soran bir çocuk değildi. Ama bazen geceleri uyanır, ağlardı. Yanına gider, sırtını sıvazlardım. “Buradayım,” derdim. O da sakinleşirdi.
Yıllar geçti. Yusuf on yaşına geldi. Bir gün okuldan geldiğinde yüzü bembeyazdı. “Baba,” dedi bana baba derdi, “arkadaşlarım annem nerede diye sordu.” Donup kaldım. Ona gerçeği anlatmak için erken mi geç mi bilemedim. “Annen yok oğlum,” dedim, “ama seni seven biri var.” Başını salladı ama gözleri doldu. O günden sonra daha içine kapandı.
Aradan birkaç yıl geçti. Bir sonbahar günüydü. Cami avlusunda oturuyordum. Elimde tespih, aklımda bin bir düşünce. O sırada bir kadın geldi. Başörtüsü vardı, yüzü solgundu. Etrafa bakındı, sonra bana doğru yürüdü. “Affedersiniz,” dedi, sesi titriyordu, “buraya yıllar önce bir bebek bırakılmıştı.” Kalbim duracak gibi oldu.Devamı sonrki syfda..
Kadına baktım, gözlerini kaçırıyordu. “Nereden biliyorsun?” dedim. Dizleri titredi, oturdu. “Ben bıraktım,” dedi. O an içimde öfke mi acı mı vardı bilemedim. Ellerim titredi. “Neden?” diye sordum sadece. Gözlerinden yaşlar aktı. Gençmiş o zaman, ailesi kabul etmemiş, kaçmış, sonra korkmuş. “Her gün pişman oldum,” dedi. “Uzaktan takip ettim. Onu aldığınızı biliyordum. Yaklaşmaya cesaret edemedim.”







