
“Doktor ne diyor hastalık hakkında?” diye sordu Henrik. “Doktor Weber diyor ki, eğer düzenli tedavi olursa Zeynep normal bir hayat yaşayabilir. Ama tedavi çok pahalı.” Henrik masanın kenarına yaslandı. Pınar anlatmaya devam etti: “Almanya’da göçmen olarak çok zor Henrik Bey. İnsanlar iyi, sistem iyi ama her şey çok pahalı.” Henrik, Pınar’ın günlük rutini gözünde canlandırdı. Her sabah Zeynep’i kreşe bırakıp Grunevald’a geliyordu. Akşam dönerken de aynı yol. Kreş ücreti, ulaşım masrafı, kira, faturalar, yemek ve pahalı ilaçlar…
“Başka gelir kaynağınız var mı?” dedi Henrik. “Akşamları komşuların evini temizliyorum, hafta sonu pazarda çalışıyorum. Ama Zeynep’in bakımı çok zaman alıyor.” Henrik hesapladı; Pınar günde en az 14 saat çalışıyordu ve buna rağmen zorla geçiniyordu. “Neden hiç söylemediniz?” dedi Henrik. Pınar’ın gözlerinde bir gurur parıltısı vardı. “İş ayrı, özel hayat ayrı Henrik Bey. Siz bana maaş veriyorsunuz, ben size hizmet ediyorum. Bu kadar basit.” Ama Henrik için artık o kadar basit değildi.
Henrik’in midesi bulandı. Zeynep’in babası bir Alman mühendismiş, hamileliği öğrenince “Bu senin problemin,” demiş ve kaybolmuş. “Doktorlar Zeynep’in ne kadar süre daha tedaviye ihtiyacı olacağını söylüyor?” dedi Henrik. “En az iki yıl daha, belki üç. Ama düzenli tedavi olursa altı yaşından sonra çok daha iyi olacak.” Henrik ayağa kalktı, mutfakta dolaşmaya başladı. İki yıl daha bu ilaçlar demek en az 20.000 euro demekti.
“Lütfen beni işten çıkarmayın,” dedi Pınar titreyen sesiyle. “Başka iş bulamam. Zeynep’in sürekli doktor randevuları var.” Henrik döndü ve kadına baktı. Pınar sadece hizmetçisi değildi; bir savaşçıydı. Hayatta kalmak için mücadele eden bir anne, kızı için her şeyi feda etmeye hazır bir kadındı.
Henrik mutfağın penceresinden Grunevald’ın bahçelerine baktı. Hayatı düzenli, öngörülebilir ve kontrol altındaydı. Ya da öyle sanıyordu. Pınar hâlâ Zeynep’i kucağında tutuyordu. “Pinar,” dedi Henrik. “Ben nasıl bir insan oldum böyle?” Pinar şaşırdı. “Ne demek istiyorsunuz?” “Üç yıldır benimle çalışıyorsunuz. Her gün evime geliyorsunuz. Ve ben sizin adınızdan başka hiçbir şey bilmiyorum.” Pınar Özdemir dedi kadın sessizce. “Kaç yaşındasınız?” “Otuz beş.” “Türkiye’nin neresinden geldiniz?” “İzmir.”
Henrik, Pınar’ın İngiliz edebiyatı mezunu olduğunu öğrendiğinde şaşkına döndü. “Mezun olduktan sonra öğretmen olmak istiyordum ama işsizlik çok fazlaydı. Buraya geldim, temizlik işine başladım.” Henrik’in zihninde son üç yılın görüntüleri geçti. Pınar’ın kitap raflarını özenle temizlediği, bazen İngilizce roman okuduğu anlar… “Dickens okuyordum,” dedi Pınar. “Great Expectations. Çok seviyorum onu.” Henrik’in içi sıkıştı. Kendisi bile o kitabı okumamıştı ama hizmetçisi Dickens okuyordu.
Zeynep ağlamaya başladı. Pinar ilaç zamanı dedi. Çantasından küçük bir şişe çıkardı. Üzerinde 89 euro yazıyordu. Sadece bu ilaç için ayda 270 euro… “Pinar, siz bana maaş artışı hiç istemediniz.” “İsteyemedim Henrik Bey. İşimi kaybetmek istemedim.” Henrik’in cep telefonu çaldı, iş ortağı arıyordu. Ama ilk kez işini ikinci plana attı.
“Bekleyin,” dedi Henrik. “Benim size sormam gereken çok şey var.” Pinar hâlâ onu patron olarak görüyordu. Ama Henrik artık bu mesafeyi kendisinin yarattığını anlıyordu. “Siz olsaydınız ne yapardınız? Birini üç yıl tanıyıp aslında hiçbir şey bilmediğinizi keşfetseydiniz?”
Henrik kararlı bir tavırla “Oturun Pinar. Artık patronunuz olarak değil, bir insan olarak konuşalım,” dedi. Pinar tekrar oturdu ama vücut dili hâlâ gergindi. Henrik derin bir nefes aldı. Hayatında hiç bu kadar net bir karar verme anı yaşamamıştı. “Pinar, ben size bir teklif yapacağım. Son üç yılda hayatıma kattığınız değer size ödediğim maaşın çok üzerinde. Yarın maaşınız 2.500 euro olacak. Zeynep’in tüm tıbbi masrafları benim üzerimde. Size ve Zeynep’e özel sağlık sigortası yaptıracağım. Doktor Weber’le görüşeceğim.”