
Sonra bir akşam, sofrada kaynanamın tabağına yemek koymayı unuttum. O gün başım dönüyordu, midem bulanıyordu. Kocam kaşığını masaya vurdu. “Annem aç mı kalacak?” dedi. Sesindeki öfke buz gibiydi. Hakaretler peş peşe geldi. O an, içimdeki korku yerini tuhaf bir berraklığa bıraktı. Bebeğim karnımda sertçe tekme attı. Sanki “yeter” diyordu.
O gece odamda uzun uzun düşündüm. Her hakaretin tarihini, her bakışın ağırlığını, her sustuğum anı tek tek hatırladım. Kendimi suçladığım yerleri, “daha iyi olabilirdim” dediğim anları… Sonra aynaya baktım. Yorgun, ama hâlâ ayakta bir kadın gördüm. Karnımda taşıdığım can için, kendim için ayakta kalmam gerektiğini anladım. Ertesi gün, kocam işe gittiğinde çantamı hazırladım. Çok eşya almadım; birkaç kıyafet, doktor dosyalarım, bebeğin ultrason görüntüsü. Kapıdan çıkarken kalbim deli gibi atıyordu. Kaynanam salondaydı, yüzüme bile bakmadı. Ben de bakmadım. İlk kez.
Otobüste camdan dışan bakarken nefes aldığımı hissettim. Hakaretlerin yankısı hälä kulaklarımdaydı; ama bu kez bir hedefi vardı: geride kalmak. Gidecek yerim vardı. Belki zor olacaktı, belki uzun. Ama biliyordum ki, bebeğim doğduğunda ona anlatacağım hikâye, susarak katlandığım değil, cesaretle çıktığım bir yolculuk olacaktı. Ve bu, ikimiz için de yeni bir başlangıçtı.







