
Kapı ağır ağır açıldı. İçeriden gelen hava soğuktu, rutubetliydi, burnuma çürümüş bir şeylerin kokusu geldi. Annem titreyen sesiyle “Kapat kapıyı… ne olur kapat!” diye fısıldadı ama ben gözlerimi kapıdan alamıyordum.
İçerisi zifiri karanlıktı. Duvarlarda nem lekeleri, yerlerde eski gazete parçaları vardı. Tam ortada eski bir beşik… ama içinde bir çocuk değil, küçücük bir yorganın altına sarılmış bir şey vardı. Nefes sesine benzer bir uğultu duyuluyordu içeriden. Gözlerim karanlığa alıştıkça, beşiğin yanında yerde çömelmiş bir silüet fark ettim. Başını ellerinin arasına almış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sesim titreyerek “Bu da ne… kim bu?” dedim.
Annem arkamdan sessizce ağlamaya başladı. “Ben çok büyük bir günah işledim oğlum…” dedi. “Seni ve kardeşini bırakıp gittiğimde… hamileydim. O adamla birlikte olmanın cezasını çektim. Çocuk hasta doğdu… kimse sahip çıkmadı, ben de sakladım… yıllardır burada… kimse bilmedi…”
Donup kalmıştım. Gözüm beşikteki harekete takıldı. Yorganın altındaki varlık kıpırdanıyordu. Sonra… tırnaklarıyla yorganı itti. Simsiyah, incecik bir el çıktı dışarı. Ardından karanlıkta parlayan gözler… normal bir insana ait olamayacak kadar büyük, kocaman gözler…
Geriye doğru bir adım attım. “Bu… bu ne anne?!” diye bağırdım. Annem bana sarılmaya çalıştı, “Canı yanmaz, sadece korkuyor senden, senin kardeşin o!” dedi. “Yıllardır kimseyle konuşmadı, sadece geceleri… sadece duvarlara vurur… çünkü konuşamıyor.”
İçimde bir şeyler koptu o an. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Korku, öfke ve acı iç içe geçmişti. Gözlerim annemin gözlerine takıldı. Gerçekten pişmandı… ama çok geç kalmıştı.
Beşikteki varlık yavaşça doğruldu. İnsan gibi yürümüyordu, ayaklarını sürüyordu. Karanlıkta üzerime yaklaştıkça nefes alışlarım hızlandı. Annem ellerini açtı, “Korkma!” dedi. “Korkutmak istemiyor… sadece seni ilk kez görmek istiyor.”
Ben olduğum yere çivilenmiş gibi kaldım. O varlık tam karşımda durdu. Göz göze geldik. Birkaç saniye… belki de ömür gibi gelen birkaç saniye… Sonra ellerinden birini bana uzattı. Küçük, zayıf, kemikli bir el… o an ne yapacağımı bilemedim. Korkuyla karışık bir merhamet çöktü içime. Elini tuttum.
Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Ağzı titredi ama ses çıkmadı. Sonra bir ses duydum… ama dudakları oynamıyordu. Kafamın içinde yankılanan, fısıltı gibi bir ses:
“Abi…”
O an dizlerimin üzerine çöktüm. Gözyaşlarım aktı. Annem arkamızda diz çökmüş, ellerini dua eder gibi açmıştı. “Affedin beni… ne olur affedin…”
O an kalbim ikiye bölünmüş gibiydi. Bir yanda çocukluğumun eksik kalan sevgisi, öfkem ve anneme dair içimde taşıdığım derin kırgınlık… diğer yanda önümde duran, tanımadığım ama “abi” diyen bu garip kardeşim. Elimi tutarken içimdeki korku garip bir şekilde azalmaya başladı. Gözlerinde acı vardı… ama aynı zamanda bir şey daha: Yalvarış.
Annem fısıldadı:
“Konuşamıyor ama duyabiliyor, hissedebiliyor… yıllardır seni hayal etti, duvarlara hep adını yazıyordu…”
Şaşkınlıkla çevreme baktım. Duvarlarda yer yer çizikler, karalamalar vardı. Bir kısmı üst üste geçmişti ama bazıları açıkça seçiliyordu: “Abi”, “Ağabey”, “Ben buradayım.”
İçimde boğazıma kadar yükselen bir ağırlık vardı. Kalktım, anneme döndüm.
“Neden bunu kimseye söylemedin? Neden bir yardım almadın?”
Kadıncağız yere çöktü, elleriyle yüzünü kapattı.
“Çünkü utanıyordum! Onu kimse kabullenmedi. ‘Tuhaf’, ‘anormal’ dediler. Bir kuruma verseydim ölürdü… kendi evladımı mezara veremezdim…”