Gelin bizi canımızdan bezdirdi… Ben Hüseyin… Altmış sekiz yaşındayım.
Bir ömür bu köyde, toprağın içinde, karım Güllü’yle geçip gitti.
İki oğlumuz var, biri gurbette çalışır, öteki yanımızda… Ömer.
Ömer evlendiğinden beri evde bir şeyler değişti.
Dışarıdan bakan der ki, “Gelin pek efendi, pek güler yüzlü.”
Ama iş öyle değil.
Oğlum her işe gittiğinde başlıyordu bizimle uğraşmaya.
Kapı kapanır kapanmaz ses değişirdi.
Sofraya otururken bakışları, tencereyi koyuşu, biz yokmuşuz gibi…
Güllü’nün yemeğini ayrı pişiriyor, tabağını itin önüne koyar gibi önüne atıyordu.
Bir gün Güllü’nün başörtüsünü alıp sobaya attı,
“Pis kokuyorsun, leş gibi üst başın,” dedi.
Ben bir şey deyince bastonumu aldı elimden,
duvara fırlattı,
“Sen de kımıldama, kökünden kırarım,” diye bağırdı.
Ömer’e ne zaman anlatsak,
“Emine mi? Yok artık, siz abartıyorsunuz,” der geçerdi.
Her şeyi yaşlılığımıza, bunamamıza yordular.
Ama biz her sabah bir korkuyla uyanır olduk.
Ve o gün geldi.
O gün Ömer işten erken döndü.
Biz yine arka odadaydık, kapı üzerimizden kilitliydi.
Güllü içeride ağlıyordu, gözleri kıpkırmızı.
Ben kapının önünde, yavaşça duvara yaslanmıştım.
İçerden Emine’nin sesi geliyordu:
“Yine altına mı ettin sen? Ne diye oturuyorsun o mindere, utanmaz!”
Sonra bir anda kapı açıldı.
Açan biz değildik.
Açan Ömer’di.
Ve o an…
Güllü dizlerinin üstünde, başı önünde…
Ben yerde bastonsuz, titreyerek ayağa kalkmaya çalışırken…
Emine’nin elinde Güllü’nün saçları vardı.
Ömer’in eli kapının tokmağında kaldı.
Yüzü kıpkırmızı, sesi titreyerek çıktı:
“Anamın saçı… niye senin elinde?” Ayrıntıyı bir diğer sayfaya geçerek öğrenin……………
2. Bölüm – Sustuğumuz Her Şey Konuşuldu O Gün Ömer’in sesiyle ev buz gibi kesildi. “Anamın saçı… niye senin elinde?” Emine, ilk kez tutuldu. O hep hazır cevaptı ya, bu sefer dili dolandı. “Elimde… bi şey yok… öyle bi şey olmadı… Anan kendi saçını çekti… bilmez misin sen?” dedi ama sesi inceldi, tınısı değişti. Ömer gözünü kırpmadan bakıyordu. Bir adım attı ileri, sonra bir adım daha. Elini anasının başına uzattı. Güllü korkudan titriyordu, ama o titreme artık başka bir şeydi. İlk defa sanki “bitti” der gibi göz göze geldi oğluyla. Ömer elini yavaşça saçlarından çekti. Avcunda kopmuş tel tel beyaz saçlar vardı. Sonra hiç unutmam, döndü bana: “Baba… bu kaçıncı?” dedi. Ben sustum. Gözüm doldu ama hiç cevap vermedim. O suskunluk, bütün cevaptı zaten. O an Emine çığlık atıp yere oturdu, ağlamaya başladı: “Ben ettim, ben ettim, ama siz de beni hiç istemediniz!” Rol yapmaya çalıştı yine…
Ama bu kez tutmadı. Çünkü Ömer her şeyi kendi gözleriyle görmüştü. Ev, içi çürümüş bir kabak gibi ortadan ikiye yarıldı o gün. Ömer hiç konuşmadı daha fazla. Emine’yi kaldırdı yerden, bavulunu kendi elleriyle hazırladı. Köyün minibüsüne kadar yürüdüler, herkesin gözü önünde. Emine giderken bir kez bile dönüp bakmadı. O gün kapımız ilk defa kilitlenmedi. Ve biz, yıllar sonra, ilk kez gece lambasını açık bırakmadan uyuyabildik. Ama bazı geceler hâlâ, Güllü uykusunda sayıklıyor: “Kapıyı dışardan vurma, bak oğlum uyandı zannederim…” Ben o zaman başını okşuyorum. “Artık geçti Güllü,” diyorum, “Geçti… kapı açık şimdi. Açık.”