Yağmur, Cihan Yaman’ın Ankara dışındaki geniş malikanesinin cam çatısına şiddetle çarpıyordu. İçeride, milyarder adam elinde bir fincan sade kahveyle, parlayan şöminenin başında duruyor, bakışları dans eden alevlerde kayboluyordu.
Zenginlik hayatını lüksle doldurmuştu… ama huzurla değil.
Sessizliği sert bir kapı vuruşu bozdu.
Cihan kaşlarını çattı. Kimseyi beklemiyordu. Personeli izinliydi ve nadiren ziyaretçi gelirdi. Fincanını bırakıp ön kapıya doğru yürüdü ve kapıyı açtı.
Karşısında sırılsıklam bir kadın, kollarında iki yaşından büyük olmayan küçük bir kız çocuğuyla duruyordu. Kadının giysileri ince ve yıpranmıştı, gözleri boş ve yorgundu. Küçük kız annesinin kazağına tutunmuş, sessizce onu izliyordu.
“Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim efendim,” dedi kadın titreyen bir sesle.
“İki gündür yemek yemedim. Evinizi temizlememe izin verirseniz, sadece bir tabak yemeğe ihtiyacım var… kendim ve kızım için.”
Cihan olduğu yerde durdu.
Acıdığı için değil…
Şaşırdığı için.
“Emel?” diye fısıldadı.
Kadın ona inanamaz gözlerle baktı.
“Cihan?”
Zaman sanki kendi içine katlanmıştı.
Emel Yürek, yedi yıl önce ortadan kaybolmuştu.
Ne bir uyarı…
Ne bir veda…
Sadece gitmişti.
Cihan’ın kalbi hızla çarptı. Bir adım geri attı. Emel’i en son, kırmızı bir yazlık elbise içinde, bahçede yalınayak, sanki hiçbir şey ona zarar veremezmiş gibi gülerken görmüştü.DEVAMI İÇİN DİĞER SAYFAYA GEÇİNİZ







